Günümüzde büyük kentlerde ‘dönüşüm projeleri’ kelimesini sıkça duyar olduk. Gün geçmiyor, kentin birçok yerinde bulunan reklam panolarında mega konut projeleri ilanları arzıendam ediyor. Burada bir tanım yapmamız gerekirse eğer genelde bu konutlar tek tip, birbirinin aynı, birbirinden uzak…
Halbuki, gözden kaçırdığımız veya umursamadığımız çok önemli bir gerçek var. İnsanlar oluşturdukları mekanları yalnızca tecrübe etmezler, aynı zamanda onların aracılığıyla düşünür ve hayal kurarlar. Kent tasarımı, mimari yapı, insanların birbirini görebilmelerine, bir araya gelip konuşabilmelerine olanak sağlayacak şekilde hazırlanması gerekmez mi?..
Özellikle kamusal mekanlar, yurttaşın aktifliği üzerine inşa edilir. Ama modernleşmenin hüküm sürdüğü günümüzde mekanlar, birbirimizle olan teması sıfıra indirgiyor.
Nasıl mı?
Birçok insan zaten gelişen güvenlikli sitelerde yaşamayı tercih ediyor. Bu siteler, ikamet alanı ile kent arasına yüksek duvarlar koyarak yaşam alanını yalıtıyor. İnsan ilişkileri alışveriş merkezi etkinliklerine indirgenerek, anlamsızlaştırılıyor. İnsanlar bu duruma gönüllü olarak katlanır görünmekte.
Yetmez mi?..
Richard Sennett ,”Ten ve Taş” isimli kitabında günümüz kent planlamalarının insanların mümkün olduğunca birbiriyle ilişki kurmalarını engellemek üzere yapıldığını belirtiyor. Kentlerin tasarımlarında öncelikli olan otoyollardır. Otoyollar da genelde, sürücünün dikkatinin herhangi bir uyaran tarafından dağıtılmasını engelleyecek şekilde yapılır. Yani otoyollar, bakmadan, görmeden geçip gitmek, hedefe ulaşmak içindir.
Öyleyse, kent hayatı birbirine temas etmeden, birbiriyle iletişim kurmadan, çeşitli yönlere doğru hareket eden bedenlerden ibaret mi?
JAPON ÇİFTÇİ NAKASHİMA: KAHROLSUN ŞEHİRLER
Size bir yazar ve onun kitabından bahsetmek istiyorum. Japon çiftçi Nakashima kaleme aldığı ‘Kahrolsun Şehirler’ kitabında kentlere, kentsel yaşama olan öfkesini haykırmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nı da görmüş yazarın ayrıca “Tırtıl Devrimi-Bağımsız Çiftçiler İçin” adında bir kitabı daha vardır.
Nakashima neden bu kadar kentlere öfkeli? Kendisini bu denli kent karşıtı yapan, büyük bir hızla yaşadığı topraklara doğru yayılan ve geçimini sağladığı topraklara göz diken aç gözlü kentler miydi? Yoksa büyük umutlarla geldikleri fakat hayallerini gerçekleştiremeden açlık ve sefalet içerisinde topraklarını sanayi kentlerine iade etmek zorunda kalması mıydı onu bu kadar öfkelendiren? Yazara göre, kentler ona göre bütün kötülüklerin kaynağıydı.
“Dünyanın hangi parçasında bulunursa bulunsun kentler amipler gibi yayılmakta ve bu kentleşme bu hızda sürerse, zamanla tüm dünya yüzeyi şehirlerle kaplanacaktır.”
Yazarın hakkını teslim etmek gerek öyle değil mi?
KENT ‘TARİH’TİR
Çağının dünyasını anlatan ilk tarih kitabını yazan Heredot, kitabının önsözünde şöyle diyor:
“Bu Halikarnassos’lu Heredot’un kamuya sunduğu araştırmadır. İnsanoğlunun yaptıkları zamanla unutulmasın ve gerek Yunanlıların gerekse barbarların meydana getirdikleri harikalar bir gün adsız kalmasın tek amacı budur.”
Merak ediyorum, Heredot o dönemin imkansızlıkları içinde dünyayı merak edip, yollara düşerken, bugün bilginin çok hızlı bir şekilde geliştiği çağda yaşadığımız kentin tarihi hakkında ne biliyoruz?
Kentin tarihiyle pek ilgili olmadığımızı düşünüyorum. Yanılıyor da olabilirim. Kimseyi suçlamak istemem. Genelde araştırmacılar, akademisyenler, yazarlar dışında bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar insanın kentlerin tarihiyle ilgilenmesi bence üstünde düşünülmesi gereken önemli bir konu.