Dünya nüfusunun önemli bir çoğunluğu kentlerde yaşıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası sermayenin dünyada yeni pazar arayışına girmesiyle birlikte, kentlere olan ilgi artmaya başladı. Üretimin, yerini insan emeği yerine makinelere bırakması, emek sınıfının kentlere göç etmesini hızlandırdı. Ülkemizde de özellikle 1950’li yıllarda sanayileşme politikalarının hızla uygulamaya sokulması ve sermaye oluşturma hamleleri neticesinde, kentlere doğru yoğun göç hareketi başladı.
Kontrol edilemeyen göç hareketleri kentlerde maalesef onarılamaz sorunlara yol açarken bugün gelinen noktada “Kent yaşamı, kent kültürü ve kentli olmak” kavramları tartışılır hale geldi. Kent plancıları, mimarlar, sanat tarihçileri gibi konunun muhatapları, ilk kez Foucault’un dile getirdiği “kentsel heterotopya”yı nasıl gerçekleştirebiliriz?, kentin fiziksel mekanlarında, farklı zamanları ve mekanları (Müzeleri, kütüphaneleri, mezarları) nasıl oluştururuz? sorularına yanıt bulabilmek için yoğun mesai harcıyorlar.
Bir kent ancak içinde düşünen insanlarla ve düşünen insanların kent için düşünce üretmesiyle var olabilir. Düşünmeyen bir kent, varlığını koruyamaz ve hayalet bir kent olmaktan öteye gidemez. Kendi kayboluşunu ve yok oluşunu hazırlar. İnsanın bir hafızası, kendine ait düşünme yeteneği olduğuna göre kentlerin de bir hafızası, kendine ait düşünme yeteneği olması gerekir. İnsanı merkeze almayan bir kentleşme, içinde yaşadığı kente insanın yabancılaşmasına, kentten umutlarının kaybolmasına neden olur.
“DÜŞÜNCENİN EVİ DİL; YAŞAMIN EVİ KENTTİR”
Bilim insanı Doğan Kuban, bir yazısında şöyle diyor: “Tarihi kent dokusunun karmaşık ve nazik bir yapısı vardır. Doku, yaşamla mimarinin buluştuğu mekanlardır.
Heiddeger’ın da dediği gibi “Düşüncenin evi dil, yaşamın evi kenttir.”
Şimdi kent, kanserli bir büyüme sürecinde, yaşam ise maalesef evde kaldı.
Anlatmak istediğim şu ki; kente bakmalı, kenti okumalı ve sokakta yüz yüze geldiğimiz milyonlarca sürprizi ıskalamamalıyız. Kentler geleceğe taşınırken, o kentin organik yapısını değiştirmeden kendine ait reflekslerinin olduğu dikkate alınmalıdır.
Yaşadığımız ve nefes aldığımız kentler “sağlıklı kentler” midir? Yoksa her an “Hastalıklı kentler” mi olmaya adaydır?